Reklam
Ahmet Kocabaş

Ahmet Kocabaş


Üç Kafa Üç Anlayış

03 Nisan 2018 - 13:38

Dünyayı cennet haline getirmek de, çekilmez bir hale dönüştürmek de insandan kaynaklanmaktadır. Bugün Batı’daki gelişmişlik düzeyini, dünya, insana ve düşüncesine borçludur. Ortadoğu’nun kan gölü haline gelmesi de insanlıkla ilgilidir.

Avrupalı Voltaire’in şu anlayışı aydınlanmış insan düşüncesine çok güzel bir örnektir:

“Dostum, sizinle aynı düşünceyi paylaşmıyorum. Ancak düşünce ve inançlarınızı savunma uğruna gerekirse severek canımı verebilirim.”

Batı gelişmesini işte bu anlayışa borçludur.

İslam Dünyası’na gelince:

İslam Dini, 7.asrın başlarından itibaren hızlı bir şekilde insanlıkla buluşmaya başlamıştı. Kitleler halinde toplumlar İslam’a koşuyorlardı.

Neden acaba?

İşte bu sorunun cevabı olan anlayış:

Selman-ı Farisi isimli bir peygamber dostu etrafındaki insanları uyararak şöyle diyordu:

“Allah sizleri İslam’la şereflendirdi ve size nimetler verdi. Şimdi siz İslam adına insanları ezmek mi istiyorsunuz?

Allah’a yemin olsun ki, ya bu nimetlerin kıymetini bilerek başkalarına eziyetten vazgeçersiniz, yahutta Allah onları elinizden alır, başkalarına verir.”

Sonra ne oldu?

İslam Dünyası’ndan bu anlayış uzaklaştı. Onun yerini dar bir düşünce kapladı, özeleştiri kayboldu.

“Bunun sonucu olarak dini ideoloji, Kitab-ı manifesto, Resul-ü ideolog, Tebliği propaganda, mübelliği propagandist, cihadı kavga, tefekkürü akıl yürütme, daveti çenebazlık gibi algıladık ve anlattık. Bu İslami değerleri çığırından çıkardığımız için, bir neslin hayatında devrim yapan bu şeyler bizim hayatımızda bırakınız devrimi, küçük bir evrim bile yapamadı.”

“Halbuki İslam, insanlar arasında bir barış köprüsü olmalıydı. İslam’ın asıl amacı buydu.”

Ne yazık ki, İslam, bugün bu amacından koparıldı, baskı ve egemenliğin silahı haline getirildi. İnsanlar din adına çok acılar çekti. Bu acılar şimdi de sahnede. Bu acıların altında yatan temel faktör din olamaz. Çünkü din insanların acılarını dindirmeye gelmiştir. Şayet insanların acıları üzerinde saltanat kurmaya çalışan bir din varsa, bu din olmaktan çıkmış, grupların ideolojik saplantısı olmuştur.

Böyle bir din evrensel ve hak din olmaktan çıkar, bir kabile ve şöven dini olarak karşımıza dikilir.

Bunun daha ötesi var, onu da Kur’an’dan dinleyelim:

“Aklı çalıştırmayanların üzerine pislik yağar.” (6/1)

Aklı çalıştırmayan ve inançlarını ideolojiye dönüştüren insanların ne hale geldiklerini göstermek bakımından üç ayrı anlayıştan birer örnek vermek istiyorum:

Birincisi:

İslam’ı temsil ettiğini söyleyen bir grubun Almanya’da Hilafet Devleti kurduğunu hepimiz basından ibretle takip ediyoruz. Alman toprakları üzerinde ‘İslam Hilafet Devleti’. Toprak yok, ama devlet var! Alman yetkililer uyarılıyor. Bu cehalete izin vermeyin diye.

Almanya’nın cevabı nedir biliyor musunuz?

“İslamiyet Almanya’da yükselen bir değerdir. Alman toplumu din olarak İslam’a yöneliyor. Bunu önlemenin yolu, elinde tahta kılıçlarla gösteri yapan bir topluluktur. Müslüman olmayı düşünen Almanlara diyoruz ki, ‘siz bu topluluk gibi mi olmak istiyorsunuz? Buyurun olun!’ O topluluğu gören Alman Müslüman olmak istemiyor. İslam’ı engellemek için onlardan daha iyi bir vasıta bulamadık.”

Evrensel bir hak din olan İslam, ideolojinin elinde ne hale dönüştürülmüş? Kur’an’ın ilahi mesajını bir kez daha tekrar edelim:

“Aklı çalıştırmayanların üzerine pislik yağar.” (6/1)

Kur’an daha ne yapsın ki…

İkincisi:

12 Eylül öncesinin sağ ve sol çatışmalarının karanlık günlerindeyiz. Korkunç bir haber Anadolu’da ağızdan ağza yayılıyordu:

“Komünistler Ankara’da bir gencin ciğerlerine hava basarak parçalamışlar ve beşinci kattan aşağı atmışlardı. Bu çirkin ve gaddar cinayet kitleleri derinden yaralamıştı.”

Bu haber üzerine karşıt grup atağa bile kalkmış, nerede komünist görülürse duman edilecekti.

Aylar sonra öldürüldüğü iddia edilen gencin grubundan üst düzey birine bu olay sorulduğunda şu cevap alınmıştı:

‘Yok oğlum, öyle bir şey yok! Biz de aynısını duyduk ama aslı yok. Ortalığı karıştırmak isteyenler, insanlarımızın arasına girerek dedikodular yapıyorlar. Sakın inanmayın…’

Ayrıca polis kayıtlarında da hiçbir zaman böyle bir olay geçmedi.

Neden böyle korkunç bir olay gündeme getirildi?

Çok basit:

“Kapalı kafa, kapalı rejim kurar, toplumu kapalı hale getirir.” Sonrası kolay. Artık robotlaşan insanlar yığını vardır. İstediğiniz her yanlışı bu yığına yaptırabilirsiniz. Çünkü bu yığından biri çıkıpta ‘bunu bir araştıralım doğru mu?’ diye sormaz artık. Yada sordurulmaz.

Üçüncüsü:

1970’lerin başlarıydı. Bu sefer başka bir korkunç haber ev ev dolaşıyordu.

“Faşistler, Mustafa Kuseyri’yi öldürdü. Dışarıda öğrenciler ‘kahrolsun faşistler’ diye slogan atıyorlardı. Olay akşam vakti olmuştur. Kuseyri, tabancayla Rus Ruleti oynarken yakın arkadaşı tarafından kaza sonucu vurulmuştu.

Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara’da ‘Anayasaya Saygı’ yürüyüşü düzenlendi.

Faşizmi tel’in için!

Cebeci’de Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerinin önünden başlayacak yürüyüşe birçok öğretim üyesi cübbeleriyle katılacaktı.”

Mustafa Kuseyri’ye yazık oldu. Mustafalara yazık oldu. Keşke yaşasalardı. Keşke bu olayların hiçbiri olmasaydı. Keşke o karanlık dönem hiç yaşanmasaydı. Keşke, keşke, keşke…

Bugün ben sormak istiyorum:

O gün nerede hata yapıldı?

O günleri ve o olayları yaşayan bir aydın bugün şöyle bir cevap veriyor bu soruya:

“Yanlış durakta bekledik! Tarihin yürüyüşü öyle sandık ki bizim durağa da uğrayacak. Boşunaydı! Nereye doğru yol aldığını göremedik tarih babanın. Bizi solladı geçti! Akıntıya kürek çektik! Tarihin özgürlüğe doğru dönen tekerleğini tersine çevirebileceğimizi sandık.”

Artık akıntıya kürek çekmiyoruz.

Artık tarihin özgürlüğe doğru dönen tekerleğini tersine çevirmeğe uğraşamamalıyız. Aksine, bu tekerliğin özgürlüğe doğru daha hızlı dönmesi için önünü açmaya uğraşmalıyız.

Öyleyse geliniz bugün yeniden düşünelim:

Bu çarpık anlayışların, insanlarımızı yıllarımızı kaybettiren bu bağnazlıkların tamamını bir daha çıkarmamak üzere tarihin derinliklerine gömelim.

Rahmetli Osman Şekerci’nin de işaret ettiği gibi: “Biz yobaz olmadan, bağnaz olmadan dindar olmanın, faşist ve şovenist olmadan milliyetçi olmanın, Türkiye sevdası ile çalışmanın, komünist ve militan sosyalist olmadan sosyal adaletçi düşünmeye, bilme ve emeğe bağlı hakça paylaşımcı olmanın yolunu bulmak zorundayız.”

Sokaklara dökülerek söke söke alırız yerine, kütüphanelere, laboratuarlara, atölyelere kapanarak düşüne düşüne, öğrene öğrene, çalışa çalışa alırız anlayışına geçmek durumundayız.

Sanayicilerin, üreticilerin, ihracatçıların, pazarlamacıların, ekonomistlerin zafer kazanmış komutanlar gibi, mücahit kahramanlar gibi karşılandığı bir dönemi başlatmak mecburiyetindeyiz.

İstihdam yaratarak işsizliği önlemeye çalışan, insanlarımızın geleceğini güvence altına alan, sosyal güvenceler için yarışan, hizmete koşan, bilimi önde tutan dürüst insanlarımızı ayakta hürmetle alkışlamayı en onurlu görev bilmeliyiz.

Bağnazlığı, yasakçılığı, ahlaksızlığı, hukuksuzluğu, yolsuzluğu, hırsızlığı, hortumculuğu, talancılığı, savurganlığı, diktacılığı, bölücülüğü, gericiliği artık lanetlemek görevini üstlenmeliyiz.

“Bilgi ekonomisi döneminin kapılarını açmalıyız. İyi bir iktisat politikası sağcı veya solcu değil, modern olmalıdır kanaatine sahip olmalıyız.

Geliniz hep beraber insanın bütün problemlerini çözmede bir seferberlik ilan edelim. Bu seferberliğe katılan kişi, kurum ve devlet Allah’ın bütün desteğini arkasında görecektir.

Esasen İslam’ın ruhu olan da bu anlayıştır.

Soylu kafa, düşünce ve hizmet üreten, ülkelerini kalkındıran kafalardır. İnsanın ben müslümanım, demesine bakılmamalıdır. Niyetine, eylemine ve üretimine bakılmalıdır. Allah’a giderken isimlerimizle, ünvanlarımızla değil, niyetlerimizle eylemlerimizle ve işlediklerimizle gideceğiz.

Geliniz!

Bu çağda, hiç değilse yaftalar savaşı yapmayalım. Müslüman kimliğimizle konuşmak gerekirse: Şayet bilim, hizmet ve iş alanında insanlığa örnek olursak hem bu dünyada ve hem de inandığımız ebedi yaşamda mutluluğun altın anahtarını yakalamış olacağız.

Sözlerimi bir aydınımızın şu tespitleri ile bitirmek istiyorum:

“Artık yeni bir paradigmanın geçerli olduğu bir dünyada yerimizi almak mecburiyetinde olduğumuzu kavramalıyız. Piyasa ekonomisi, dışa açık büyüme, yavaşlatılmış nüfus artışı, yüksek eğitim, sanayici ve ihracatçı olmanın eski çağlardaki savaş kahramanlığı kadar onurlu bir iş olduğu bilinci, istikrarlı bir demokrasi ve yeni bir milliyetçilik, bir ‘Türkiyecilik’ anlayışı… Uluslararası rekabet gücüne sahip bir Türkiye!

21. yüzyılı ‘Türk Asrı’ yapmanın veya önümüzdeki on yılda büyük ülkeler arasına girmenin başka yolu yok. Bu ufku toplumumuza vermesi gerekenler, politikacılarla aydınlardır.

Türkiye için, Türk insanı için görevlerini yapmaya davet ediyorum.

Ne mutlu bilimde ve hizmette yarışanlara…

YORUMLAR

  • 0 Yorum