Reklam
Ahmet Kocabaş

Ahmet Kocabaş


EĞİTİM ÖĞRETİM MACERAMIZ (24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ)

03 Nisan 2018 - 13:38

24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle emekli bir öğretmen olarak eğitim öğretimin önemi ve öğretmenin değeri konusunda düşünce ve araştırmalarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

               Osmanlı Devleti´nin Meşrutiyet yıllarında meşhur Maarif Nazırı/Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendi; “Şu mektepler olmasa Maarifi ne güzel idare ederdim” demişti. (*)
               Ah şu okullar olmasa, öğretmenler olmasa Milli Eğitimi idare etmek oldukça kolay!..
               Her dönemde etkili olan bilim ve teknoloji, bugün daha da ayrı bir önem kazanmıştır. Bilim, milletlerin refahını artırır; ulusal değerlere güç kazandırır. Kıtalar arasını vuran füzelere, bir insan ne kadar yiğit olursa olsun, kısa menzilli tüfeklerle yapılacak bir şey yoktur. Bilim ve teknolojide geri kalmış milletler, sadece Firavunların piramitlerine hizmet eden köleler gibi, gelişmiş ülkelere hizmet ederek varlıklarını sürdürebilirler.

               Yapılacak iş, yeni yetişen genç nesilleri günümüzün bilimsel şartlarına uygun olarak yetiştirmektir. Bu durum ise eğitime, öğretime ve öğretmene önem vermekle olacak iştir.

               Cumhuriyetin Devraldığı Miras:
               Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Türkiye´nin Eğitim-Öğretim manzarasına şöyle bir bakalım:
               “13 milyon nüfus, ilkel bir tarım, sıfıra yakın sanayi, madenlerin büyük çoğunluğu, limanlar ve demir yolları yabancı şirketlerin yönetiminde. 153 ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var. Halkın yüzde 7´si okur-yazar, bu oran kadınlarda yüzde 1 bile değil. Ortaokullarda 543, liselerde sadece 230 kız öğrenci okuyor. Ekonomik bakımdan yarı sömürge. Kişi başına gelir 4 lira, kişi başına ortalama kamu harcaması 50 kuruş. Alt yapı her alanda yetersiz. Bilim hayatı ve düşüncesi yok sayılacak düzeyde. Anadolu araştırmayan, nakilci ve yetersiz medreselerin elinde…”(1)

               Cumhuriyetin devraldığı miras budur…
               Böyle bir ülkede işe öncelikle eğitim ve öğretimden başlamak gerekirdi. Gazi Mustafa Kemal Paşa´da öyle yaptı. Karatahtanın başına geçerek yeni Türk alfabesiyle ve Başöğretmen unvanıyla bir Eğitim-Öğretim seferberliği başlattı. 

                Millet Mektepleri Başöğretmeni:
               Türkiye Cumhuriyeti´nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk´ün Türk alfabesini tanıtmak için 24 Kasım 1928 günü karatahtanın başına geçerek ‘Millet Mektepleri Başöğretmenliği´ unvanını kabul ettikleri gün olan ‘Öğretmenler Günü´, 1981 yılından beri törenlerle kutlanmaktadır.
               Tüm öğretmenlerimize kutlu olsun.

               Bir ülke, bir millet topla, tüfekle, askerle kurtarılır ve yaşatılır; ancak ilimle, bilgiyle, kültürle ve sanatla idare edilir ve geliştirilir.

               Bunu bildiği için Atatürk öğretmenlere şöyle seslenir:
               “Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cehaleti yenerek siz kazanacak, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz…”
               Şu halde Atatürk´e göre gerçek zafer, cehaleti yenmekle kazanılır. Bu konuda Mustafa Kemal, öncelikle öğretmenlere güvenmiş ve öğretmenlere inanmıştır.

               Biz öğretmenler, kendimize ne kadar inanıyor ve kendimize ne kadar güveniyoruz acaba?
               Gazi Paşa öğretmenlerden özellikle şunu istiyor:
                “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden evvel Türkiye´nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etme görevi öğretilmelidir.”
                O halde eğitim ve öğretim, öncelikle ‘Milli Eğitim´ olmalı, Türk milletinin bağımsızlığına, milli benliğine ve geleneklerine uygun yürütülmelidir. Mustafa Kemal Paşa, bu konuda ne kadar hassas olduğunu bizzat uygulayarak göstermiştir.

               1927 yılında Bursa Amerikan Kız Koleji´nde bir Türk kızının Hristiyan olması üzerine Atatürk koleji kapattırmıştır. (2)

               Ve biz hala Atatürk´ü anlayamadık!.. 

               Eğitimde Taklit Dönemi:

               Eğitim ve öğretimde biz nasıl bir yol izledik?
               “Eğitimde, Tanzimat´la Fransız etkisi başlamış, İttihat ve Terakki ile birlikte Alman etkisi gözlenmiş, İkinci Dünya Savaşı´ndan sonra Amerikan etkisi artmıştır. 1980´li yıllarla birlikte yaygın olarak Japon sisteminden bahsedilmekte, heyetler göndererek incelemeler yaptırılmaktadır.” (3)
                Ama hala kendi tecrübemizden, kendi milli geleneklerimizden kaynaklanan Türk Milli Eğitim Modelini gerçekleştiremedik.
                Önce büyük umutlarla Köy Enstitüsü açtık, sonra onu Öğretmen Okulu´na dönüştürdük, daha sonra Öğretmen Okulu´nu Eğitim Enstitüsü´ne çevirdik, arkasından Eğitim Yüksek Okulu´nu denedik ve şimdilik Eğitim Fakültesi´nde kara kıldık. Genellikle isimle, tabelayla, şekille uğraştık ama bir türlü Milli Eğitim´e ulaşamadık.
               Temel Eğitim, 6 Yaş Uygulaması, Basamaklı Kur Sistemi, Televizyonlu Eğitim, Lise Mezunlarına Meslek Edindirme Projesi(LİMME) ve Ders Geçme Kredi Sistemi gibi yenileşme girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve tekrar eskiye dönülmüştür. (4) 
               Neden?
               Çünkü bu projelerin hiç biri Türk Milli Eğitimi´nin ruhunu yansıtmayan, siyasi amaçlarla gündeme getirilmiş, devşirme anlayışların eseridir. Maalesef Türk Milli Eğitim Sistemi yazboz tahtasına dönüştürülerek perişan edilmiştir.

                El Neyle Uğraştı biz Neyle Uğraştık:

                Gelişmiş ülkeler eğitimde ‘Toplam Kalite´, ‘Sıfır Hata´, ‘Tam Öğrenme´ gibi projeleri hayata geçirirken biz hala İlkokulda çocuk yaşta kızların evlendirilmesi, üniversite sınavlarında yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları ile boğuşuyoruz.
               Son on oniki yıl içinde (2012 yılı itibariyle söylüyorum) neredeyse beş ayrı sınav yöntemi ve onlarca değerlendirme kriteri denendi. Eğitimciler artık yazboz tahtasına dönen sistemin, kalıcı, motivasyona dönük ve adil bir sınav sistemine dönüştürülmesini istiyorlar.
               Başka…

               Şair ve yazar Yavuz Bülent Bakilere göre; “Avrupa ülkelerinde 4 bin veya 5 bin kişiye bir kütüphane düşerken, Türkiye´de 90 bin kişiye bir kütüphane düşmektedir. Resmi rakamlara göre üniversiteden mezun olanların yüzde 28´i ders kitaplarının dışında herhangi bir kitap okumamıştır.”(6)
               Ülkemizde Maalesef yaklaşık 400 bin kahvehaneye, 25 bin meyhaneye karşılık bin 500 civarında kütüphane bulunduğu söylenmektedir… Eğer bir ülkede meyhane sayısı kütüphane sayısını 15´e katlıyorsa orada gelişen kafalar mı, uyuşan kafalar mı önde olur?

               Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu´nun 26 bin liseli öğrenci arasında yaptırdığı anketin sonuçları çok çarpıcı… Ankete göre, her 100 lise öğrencisinden 15´i, okula bıçak veya tabancayla gelip gidiyor… (7)

               Türkiye´de okuma yazma bilmeyen 4,5 milyon kadın ve kızımızın olduğu; 12-14 yaş arasında evli 10 binden fazla çocuk gelin bulunduğu söyleniyor… Kalemle, kitapla, eğitimle ve okulla buluşması gereken kız çocukları kuma, berdel, beşik kertmesi yapılıyor ya da babası yaşındaki adamların vicdanına satılıyor. Bu durumun insanlıkla, Müslümanlıkla, çağdaşlıkla bir alakası olabilir mi?

               Eğitim sistemimizin bu çarpıklıklarını düzeltmek veya düzeltecek olanlara yardımcı olmak, destek vermek hepimizin görevidir. Yeniden bir okuma yazma seferberliği başlatılmalı ve bu konunun motor gücünü eğitimciler ve öğretmenler teşkil etmelidir.              

Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdulkadir Özcan´ın tespitleri oldukça dikkat çekici, diyor ki:

               “1580´li yıllarda İstanbul´da Venedik elçisi olan Lorenzo Bernado, ülkesinin senatosuna sunduğu raporda:

               ‘Sadece devlet idaresinin değil, Koca İmparatorluğun ordularına kumanda yetkisinin de ellerine verildiği kişiler ne dük, ne marki, ne de konttur. Hepsi çobanlıktan gelme sıradan insanlardır. Bu sebeple biz Venediklilerin de Padişah´ın yaptığını yapmamızda isabet vardır. Padişah bu adamlardan en iyi kaptanları, sancak beylerini, Beylerbeyileri yetiştirerek onlara şan ve itibar kazandırmıştır.´ Diyor.” (9)

               Venedik elçisi Osmanlı eğitim sistemine neden imreniyor? Çünkü:

               “1.500 yılında, Fatih Medresesi´nde tıpla ilgili 926 kitap var; Sorbonne´da 11, Frankfurt Üniversitesi´nde 12 tane, bunların da yedisi İbn Sina ve Biruni´den, yani bizden tercümedir…” (10)

               Bunları bilmeden eğitim-öğretim sorunumuzu nasıl değerlendirebiliriz?

               Avrupa Osmanlı eğitim sistemini kendine uyurlarken, biz kendi değerlerimizi keşfedip, onları çağdaş bilgilerle donatarak bugüne taşımış olsaydık daha başarılı olamaz mıydık?

               Uzmanlarımız, pedagoglarımız, sosyologlarımız, eğitimcilerimiz nerede? Ha bire üniversite açıyoruz, buradan yetişen ilim adamlarımız nerede?

               Bugün geldiğimiz nokta:

               “Bir milletin geleceği, iyi eğitim almış, iyi yetişmiş ve ahlaki değerlere sahip, çalışkan ve idealist gençlerin varlığına bağlıdır. Gençlerin her alanda eğitim görmeleri ve tahsil seviyelerinin yükselmesi o ülkenin iyi yolda olduğunun göstergesidir…” (11)

               Eğitim öğretim konusunda bugün Türkiye´nin geldiği seviye çok önemlidir ama yeterli değildir.

               200 civarında Üniversite, bu üniversitede okuyan yaklaşık 3,5 milyon öğrenci, İlkokul ve Orta Öğretim dâhil 17 milyon talebe… Yaklaşık 100 bin öğretim üyesi, 600 bin öğretmen… (12)

               Bugün düne göre daha eğitimli, daha güçlü bir Türkiye var. “Haydi, Kızlar Okula”, “Baba Beni Okula Gönder”, “Eğitime %100 Destek” gibi güzel kampanyalar var. Ama yarın ki Türkiye daha güçlü, daha eğitimli olmalı. Dünya ile yarışan öğrencilerimiz, dünya Üniversitelerini geride bırakan Üniversitelerimiz, yeni buluşlarla dünyayı ayağa kaldıran bilim adamlarımız olmalı…

               Yirmi birinci yüzyılın kalkınmış Türkiye´sini bugün eğitim gören yeni kuşaklarımız kuracaktır. Bu nedenle eğitim ve çocuklarımızı yetiştirmek büyük bir önem arz etmektedir. Bir ülkenin kalkınmışlığının seviyesi eğitilmiş insan gücüyle orantılıdır.

               Bu nedenle öğretmenlere önemli ve kutsal görevler düşmektedir. Kalkınmanın temelinde yatan eğitim, bilim, çalışma, zamanı iyi kullanma, sosyal dayanışma, ahlak, insan hakları, devamlı, ilerleme ve muasır medeniyetleri geçme gibi ilkeleri öğrencilere kazandıracak olan öğretmenlerdir. (13)

               “Artık, eğitimin temel amacı, ideolojik kalıplara indirgenmiş ‘sadık vatandaş´ değil, ‘sağlam karakterli insan´ yetiştirmek olmalıdır. Eğitim ideolojik değil pedagojik tasarlanmalıdır. Merkezi eğitim yerine, mahalli imkânlara ve zihinsel alternatiflere imkân tanınmalı ve bunlarla koordinasyon denenmelidir.” (14)

               Buradan hareketle diyorum ki, artık çocuklarımızı:

               İsyanlar olmadan kanunlara saygılı, dalkavuk olmada kişilikli, teslimiyetçi ve diktatör olmadan dengeli, komünist olmadan sosyal adaletçi, şövenist olmadan milliyetçi, mutaassıp olmadan manevi değerlere bağlı, yobaz olmadan dine saygılı, bölücü olmadan vatansever olarak yetiştirmeliyiz. (15)

               Öğrenci Öğretmen İlişkisi nasıl olmalı?

               Marşa bastık araba çalışmadı. Tekrar tekrar marşa basar gaz verirsek arabayı gaz boğar, araba çalışmaz. Araba çalışmadığı zaman ne yaparız? Ya kaputu açar motora bakarız, ya tamirciye götürürüz veya servis çağırırız. Peki, öğrencimiz çalışmazsa ne yaparız? Karşısına geçip defalarca ‘çalış´ diye onu zorlarız. Bir makine çalışmadığı zaman bunun nedenini araştırıyoruz da, bir öğrenci çalışmadığı zaman niçin bunun nedenini araştırmıyoruz?

               Acaba araba insan ilişkisinin, öğrenci öğretmen ilişkisinden daha akılcı olduğunu söyleyebilir miyiz? (16)

               “Bazen teknik bir aleti tamir etmek isterken zorlamayla parçayı koparabiliriz. Tamir edilecek derken daha büyük bir hasar meydana gelir. İşte şiddetle terbiye etmek de böyle sonuçlar doğurur…” (18) Çocuklarımız, öğrencilerimiz tertemiz, bazen onları tamir edelim derken biz kırıyor, dalından koparıyoruz…

               Biz eğitimciyiz, biz öğretmeniz. Biz kavga etmeye değil hizmet etmeye, gönül kırmaya değil gönül almaya, gönül kazanmaya geldik. Sevgisizliğin diz boyu olduğu bir zamanda sevmeyi ve sevilmeyi yeniden ayağa kaldırmalıyız. Önce kendimizi, sonra mesleğimizi, daha sonra öğrencilerimizi seveceğiz. İnsanımızı, vatanımızı, Milletimizi, bayrağımızı ve değerlerimizi seveceğiz…
               Çocuklarımıza, öğrencilerimize sahip çıkacağız. Bizim öğrencilerimiz bir lisan değil en az üç dil bilmeli, iki diplomalı olmalı, iki fakülte bitirmeli. Sabahlara kadar, akşamlara kadar okumalıyız. Cehaletin puslu karanlıklarından ülkemizi ve milletimizi arındırmalıyız.

               Hatice Kültür´ün yazdığı ‘Öğretmenim´ şiirinin son dörtlüğüyle konuşmamı toparlıyorum:
               “Ben öğrenci, sen öğretmen,

               Başarırsam hüner senin,
               Kazanırsam zafer senin.
               Ama bir de kaybedersem,
               Yok diyecek başka sözüm,
               Yorum senin, yorum senin,
               Öğretmenim.”(17)
               Sözlerimi bitirirken, Şehit Engin Eker´i, Emin Aydın´ı ve tüm şehit öğretmenlerimizi minnetle anıyorum. İlçemizde Türk Milli Eğitimine emek vermiş fedakâr öğretmenlerimizden Ziya Küçükefe´yi, Mustafa Keçili´yi, Hamdi Tuna´yı, Süleyman Tekeli´yi, Muzaffer Tümer´i, Hüseyin Düzgün´ü, Musa Çetin´i, Sıtkı Turan´ı, Mustafa Çekmece´yi, Yasemin Gül´ü ve tüm vefat etmiş öğretmenlerimizi rahmetle anıyorum.
               Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk´e ve silah arkadaşlarına rahmet diliyorum. Ruhları şâd olsun. Öğretmenler gününüz tekrar kutlu olsun. 

YORUMLAR

  • 0 Yorum