Reklam
Hamza Yıldız

Hamza Yıldız


Bu Şehrin Çocukları (2)

03 Nisan 2018 - 13:38

Büyüklerinin ardına takılarak öğrendiler ilk işlerini. Omuza asılmış heybe içine konulmuş, yağlı ekmek, cevizle düştüler davarların peşlerine. Ellerinde boylarınca değnek… Cebinde ödünç alınmış zincirli bir çakı. Tarla sınırında nöbete dururlardı, inek ve öküz boynuzlarından korkarak… Sineklerden ürkerek kaçan sığırların arkasından geliştirdiler ciğerlerini, kaslarını… Öğle sıcaklarında dere ve göletlerdeki su birikintilerinde öğrendiler biraz da kurbağaları taklit ederek yüzmeyi. Çocuk heyecanları biriktirdiler yüreklerinin derinliklerinde. Belki bu yüzden hep çocuk kaldı yüreklerinin gizli köşeleri. Yardım eli uzatmanın, vermenin, paylaşmanın ve her işi birlikte yapmanın tadını hissettiler çabalarında. Sabrı ve kanaatkârlığın o sert çizgileri belirdi alınlarında.

  Bu şehrin çocukları; kendi başlarına tepelerin, dağların, rüzgarın, güneşin ve ışığın, yağmurun, soğuğun, sıcağın aracısız soluğunu hissederek doğan kır çiçekleri gibi özgürlüğün soluğuyla büyüdüler, dinledikleri masalların korkunçluğuna rağmen. Ten sıcaklıklarının yanlarında doydular; ablanın, ağabeyin, kardeşin, arkadaşın ve ara sıra annenin… Belki bunun için çokça insandılar ve yufkaydı yürekleri.

  Kafaları sıfır tıraş edildiği, bağıra çağıra, ağlayarak, leğenden suların saçılarak yıkanılan sabahında anladılar farklı, ürkütücü bir dünyaya adım atılacağını. Kapkara önlük, beyaz yaka, boyna iple asılan ortası delik bir silgi, ucu açılmış bir kalem ve defter… Okul vakti gelmişti. Ayakkabılarının çamurunu yıkamayı öğrendiler önce. Öğrencilerin elinde, koşarak çalınan zil sesini garipsediler… Sıra olmayı… Beş sınıf bir arada, bir odada olmayı… Gülümsemeyen bir öğretmenin sıkıcılığını… Soyut, anlaşılamayan, alışılmadık her şeyi… Derslerde dayağı, teneffüslerde tadına doyum olmayan yarım bıraktırılan oyunları. Sümüklerini çeke çeke, silgiyi dudağıyla ıslatarak yırtılan defter yapraklarını. Bir türlü düzgün çekilemeyen, eğri büğrü, korkak, acemice çizgileri… Şarkılara alışamayan dilleri, çizgileri ve algılamaları değişik resimleri… Aritmetiğin ezberci ağırlığı… En kötüsü kalıpları belirlenmiş yeni bir hayata öfkeleri… Kapana kısılmış bir kurt gibi asi ve inatçıydılar…

  Bu şehrin çocukları; toprağında, kökleriyle ayakta durmanın güvenine alışıktılar. Toprağın zayıf ve kaygan olduğunu hissediyorlardı belki içgüdüsel olarak… Yeni bir hayata ürkerek ve zorlanarak itilseler de direnmeyi öğrenmişlerdi daha doğarken… Direnmenin ve değişmenin tadını… Direnirken değişiyorlardı, farkında olmadan… Çünkü itiraz hakları yoktu. Sıkı sıkı sarılma mecburiyetine ekliyorlardı hayallerini.

  Dedeler ve nineler unutulmaz, kucakları her zaman açık, şefkat ve hoşgörü sığınaklarıydı onlar için. Anne ve babanın yorgan fedakârlıklarının farkında değildiler. Kanatları sadece sevgiye ve ilgiye dönük kuşlar gibiydiler. Derinlerdeki köklerin serin hoşgörüsüyle, gövdenin itici rahatsızlığının ayrımına varamazlardı elbet. Onlar dallardaki yeni sürgün ve açılmaya hazır tomurcuktular. Çocuktular… Tan yerinin ağarmasına açmışlardı gözlerini. Gözleri mahmurlu ve yumuk yumuktular. Masumdular… Var oldukları üzere… Masumiyetlerinin üzerine koyuyorlardı çileyi.
 
  Bilekleri ağırdı, katıydı, düzdü… Ayakları nasırdı, bacakları ince ve sağlamdı. Yürekleri adressiz, beyinleri boş ama ufka açıktı. Yazıları kargacık burgacıktı… Renkleri gördükleri gibi algılıyorlardı. Ağır ama sağlam öğreniyorlardı ve öğrendiklerinin maliyetinin ağırlığından olsa gerek unutmuyorlardı… Hiçbir şeyi… Dahi, kulağına üflenen ezanla minareden dinlediği ezandan aynı tadı alarak… Okumaya başladıklarında ellerine tutuşturulan menkıbeler ve Hz. Âlinin cenk kitaplarını okudukları ninesinin, dedesinin uykuya dalışlarını izleyip, sabah ayrıcalıklı olarak ceplerine sokulan yirmi beş kuruşların fethini içinde duyumsayarak…
Bu şehrin çocukları; kendi başlarına tepelerin, dağların, rüzgarın, güneşin ve ışığın, yağmurun, soğuğun, sıcağın aracısız soluğunu hissederek doğan kır çiçekleri gibi özgürlüğün soluğuyla büyüdüler, dinledikleri masalların korkunçluğuna rağmen. Ten sıcaklıklarının yanlarında doydular; ablanın, ağabeyin, kardeşin, arkadaşın ve ara sıra annenin… Belki bunun için çokça insandılar ve yufkaydı yürekleri.


YORUMLAR

  • 0 Yorum